Ağaç

Ağaç

Benim hayal dünyamda bolca hikaye var. Neredeyse her hikayenin içinde de bir veya birden çok tat bulunuyor.

Bu tatlardan bazıları çikolataya da dönüşüyor. Örneğin, fotoğraftaki bu güzel çikolata ağaç önce bir hikaye olarak doğdu; ardından çikolata olarak vücut buldu. Yapılışı burada ve şurada . Hikayesi ise şöyle:


Tarih 31 Aralık 1995. Yılın son günü. Akşamüzeri. Evde herkeste heyecanlı bir telaş var. Annem akşama misafir davet etmiş. Mutfakta tüm gün yemekler yapmış; masayı hazırlıyor.


Babamın telaşı işle ilgili. O gün Pazar olmasına rağmen kendisi dışarıda ve yılın son gününün iş takibini yapıyor. Bayi ve marketleri geziyor. Satışları inceliyor.


Ben ve kardeşim için heyecanın kaynağı evin salonundaki yeni yıl ağacı. Ağaç dediysem, öyle heybetli, süslü bir şey sanılmasın. Son derece mütevazı, hatta minik ve plastik bir ağaç. Öyle ki, içinde iki tane tekli, bir tane de üçlü koltuktan oluşan oturma grubu, bir adet 8 kişilik yemek masası( ki köşelere eklenen sandalyelerle 10-12 kişiye kadar çıkabilir) ve rafları yürüyerek sadece 15 dakika uzaklıkta bulunan Rus Pazarı’ndan alınan, çoğu renkli cam ve porselen objelerle dolu ahşap vitrinin olduğu salona girdiğinizde, onu görmek için yemek masasının arkasına özellikle bakmanız gerekir. Orada, masanın hemen bir adım gerisinde, duvara bitişik duran zigonun üzerine annem tarafından yerleştirilmiştir. Ki o zigon, misafir zigonudur. Üzerinde hiçbir obje bulunmamasının nedeni, gelen misafirlere sunulacak ikramlara altlık olması ve ihtiyaç duyulmadığı zamanlarda da göz önünde olmaması gerektiğindendir. İşte bizim ağacımız o zigonun üzerine yerleştirilmiştir; çünkü diğer alternatif olarak yerde tek başına durursa, her an biri üzerine basabilir veya sandalyesini çekerken ona çarpabilir. 


Ağacın tüm sönüklüğüne rağmen bizim heyecanımız parlaktı. Ve en pırıltılısından 1 metrelik yılbaşı süsünü, ağacın üzerine 1-2 kez dolamıştık. Buna ek olarak ilk defa o yıl, dönemin son teknolojisi bir pilli ışık da vardı ağacımızın üzerinde. Henüz yanmayan bir ışık.


Annem mutfaktaki küçük televizyonun kumandasını açtı; içindeki iki adet kalem pili çıkardı ve ışığın pil kutusuna taktı. Ardından koşarak mutfağa, ocakta bıraktığı pilava döndü. Biz de benden birkaç yaş küçük kardeşimle ışığı dalların arasına sardık, itinayla. Ve heyecanla birbirimize bakarak, açma kapama düğmesine bastık. ışık bir anda yandı, Üzerine kırmızı yılbaşı süsünü sardığımız dallarını aydınlattı, ve belirli bir ritimle yanıp yanıp durdu. Biz büyülenmiş şekilde ona bakarken, o sırada mutfaktan tekrar salondaki yemek masasına, oradan da içinde akşam kullanacağı kristal bardakların olduğu vitrinine koşturan annem, bize “ağacın ışığını şimdi açmayın; pili biter. Akşam açarsınız” dedi. 


O gün tüm ülkece ortak bir heyecanımız daha vardı. Öyle ki, gün içinde herkes kendi koşturmasıyla uğraşırken, örneğin markette kasa kuyruğundayken, veya yoldaki kalabalığı yararak hızlı hızlı evine yürürken, ya da akşam için son alışverişleri yaparken bir yandan da bu şeyden bahsediyordu. “Duydun mu bu akşam televizyondakini?” “Saat 12’den hemen önceymiş.” “Biz bakkaldaki son dört gazeteyi aldık. Bize gelin beraber izleyelim.”


Herkesin dört gözle beklediği şey şuydu: O akşam Hülya Avşar televizyonda şarkı söyleyecekti. Biz de kendisini, o günkü gazetelerin verdiği üç boyutlu gözlükleri takarak yakından görebilecektik. Yakından derken, söylenene göre o gözlükler öyle bir etki yaratacaktı ki, böylece Hülya Avşar sanki bize gelmiş gibi olacaktı.


Pazar sabahları gazeteleri öğlene doğru alan babam da, o sabah evden erkenden çıkmış ve bir gün önceden sözleşip de ayırttığı gazeteden dört tane almıştı; çünkü misafirleri de sayarsak birkaç gözlüğe ihtiyacımız vardı. Herkes için bir tane olması gereksizdi. Ama rahat rahat paylaşacak kadar da olmalıydı. Hülya Avşar’ı şarkının yarısına kadar önce biri izleyip, sonra da diğer yarısını aynı gözlükle başkası izleyebilmeliydi. Aklım babama takıldı. Büyük hayranı olduğu Hülya Avşar’ı izlerken, O’ndan gözlüğünü paylaşmasını isteyemezdim. O nedenle ince kartondan yapılmış ve cam yerleri kırmızı ve mavi plastik gibi görünen gözlüklerden bir tanesini tamamen babama ayırdım. 


Bir diğerini gözüme takıp, henüz misafirler gelmeden önce, etrafa bakmaya başladım. Bu gözlük sayesinde, o güne kadar sadece televizyonda ara sıra görebildiğimiz Hülya Avşar’ı, sanki yanımızdaymış gibi hissedecektik. Bunu başarabilen sihirli gözlüğün sihri bu kadarla sınırlı olmamalıydı. Belki de bu gözlük sayesinde, yıllardır içinde yaşadığımız evimizde hiç farkına varmamış olduğumuz, ya da çıplak gözle görülemeyecek gizli bir kapı veya bir obje bulabilir miydim? 


Kardeşim de bu heyecana dahil oldu ve biz bir süre evde gizli geçitler, gözlükle beliren sihirli objeler aradık. Böylece, yanında nöbet tuttuğumuz çam ağacından uzaklaşmış olduk. 


Akşam misafirler geldi. Yemekler yenildi. Tombala oynandı. Ve tüm Türkiye için büyük an yaklaştı.

Televizyonun karşısında yerimizi alıp, hiç kımıldamadan beklemeye başladık. Reklam arası uzadıkça uzadı. En başından itibaren hiçbir saniyesini kaçırmayalım diye gözlükleri önceden taktık. Hadi bu son reklamdır diye diye, gözümüzde üç boyutlu gözlükler dakikalarca Hülya Avşar’ın evimize giriş yapmasını bekledik. Ve en sonunda, içine kocaman yeşil bitkilerin, çiçeklerin ve büyük bir yılbaşı ağacının yerleştirildiği stüdyoda O’nu gördük. “İşte işte çıktı” dedi misafirlerden biri ve bir anda tüm salon sessizleşti.


Ben gözünde gözlük olan ilk ekipteydim. Televizyonun yakınında yerimi almış, gözlüklerimi önceden denemiş, evde -henüz- bir gizli geçit bulamamış ama aramaya devam etmeye kararlı bir şekilde, önce Hülya Avşar’ı izleyerek oradan gözlüğün nasıl kullanıldığını öğrenmeyi planlamıştım. 


Birkaç saniye süren sessizliği gözlük sırasını bekleyen biri bozdu: “Nasıl görünüyor?” “Yanında gibi mi?” 

Annem elinde tabaklar mutfağa doğru giderken sordu: “Yakından da güzel mi Hülya?”


Biz gözlüklüler henüz bir şey anlayamamıştık. O sırada babam daha verimli bir üç boyutlu görüntü için gözlüğünün açısıyla oynadı. Bir diğeri gözlüğü çıkarıp tekrar taktı. Ancak Hülya Avşar’la yan yanaymış gibi hissedemedi. Ben televizyon karşısındaki yerimi değiştirdim. Belki yanlış yerde duruyorumdur diye düşünerek, biraz daha yakınlaştım. Hafif sağa kaydım. Ancak bitkilerin arasına gizlenmiş ve Hülya Avşar’ı sanki gözetliyormuş gibi bir stillle çekim yapan kameralara değen bitkilerden ve çam ağacının dallarından başka, bana yakın görünen bir şey hissedemedim.

Hülya Avşar şarkının yarısına geldi ve biz gözlüklerimizi, bekleyen diğer ekibe teslim ettik. O sırada babama baktım. Babam da bizler gibi denemeler yapmış; ancak sonunda pes edip, “bari Hülya’yı kaçırmayayım” diye düşünerek kendi asıl numaralı gözlüklerini takmış, televizyon izliyordu. 


Saat 12 olmuştu. Hülya Avşar ne bizim ne de O’nu bekleyen bütün ülkenin evlerine gitmişti belli ki. Ülkece 96’ya büyük bir hayal kırıklığıyla girdik.   


Bir ara, tüm gece yemek masasının arkasında, zigonun üstünde duran çam ağacına takıldı gözüm. Misafirler geldiği anda yaktığımız ışığı tamamen sönmüştü. Üzerindeki parlak süsle beraber masanın arkasından o da bizi izliyordu. 

   


Yorum Yaz